Web Tasarım Ankara

 ‘’Erdek sahilinde bir balık’’

Erdek sahilinin bembeyaz kumları arasında sanki bir anda ortaya çıkmış gibi kayalıklar vardı ve bu kayalıkların üzerinde tahtadan yapılmış küçük bir iskele.

Tiyatro bahçemizin hemen önünde olduğu için bütün günüm iskelede balık tutan ağabeyleri izlemekle geçerdi…

Olta dedikleri ince bir sopa ve ucuna bağladıkları bir ipti..

Ve bu ip bizim tiyatronun kahramanları olan kuklaların ipleriydi yani misinaydı…

Annemden izin alarak kuklaların misina makarasını aldım ve kıyıdaki balıkçı ağabeylerden birine rica ederek ucuna bir iğne taktırmıştım. Oltam oldu diye sevinirken başka bir balıkçı abi dur o öyle olmaz gel onun ucuna bir kurşun takalım demişti…

Kurşunu iğnesi takılmış olan bir oltam vardı artık…

Koşarak anneme gittim ve bak anne benimde bir oltam oldu artık balık tutacağım…

İyi de balık bu iğneye nasıl gelsin diye düşünürken anneme sordum anne balıklar bu iğneye nasıl gelecek?

Annem sahne kenarında kurulu olan mutfak çadırından ıslatılmış bir ekmek parçası getirdi ve avuçlarında yoğurarak bana uzattı, al işte balık yemi… Koşarak iskeleye gittim balıkçı ağabeyleri görünce yanlarına gitmekten utandığım için vazgeçtim, ya balık tutamazsam?

Bende iskelenin kayalıkları üzerinde onlardan uzak kıyıya yakın yerde iskeleye çöktüm ayaklarımı denize salladım ve annemin verdiği ekmek parçasını iğneme taktım sevinçle suya attım…

Ama bir terslik vardı iğnenin üzerindeki ekmek suya girince hemen dağılıyordu.

Bir iki taktım suya attım ama yok ekmekler iğnede durmuyordu…

Oltamı kenara bıraktım ve balıkçı ağabeylerin yanına gidip onların balık tutmalarını bu sefer çok dikkatlice izlemeye başladım.

Balıkçılardan bir kısmı tuttuğu küçük balıkları yem yapıyordu iyi de benim balığım yoktuki. Öteki balıkçıyı izlerken oltasının ucuna taktığı yemlerin bizim tiyatronun bahçesinde toprağın içinde sürüyle vardı… Hemen bahçeye koştum ve her taşı kaldırarak altında solucan aramaya başladım…

Çok zor kaldırabildiğim bir taşın altında kocaman bir solucan yılan gibi kıvranıyordu. Parmaklarımın arasına iğrenerek aldığım solucanla iskeleye doğru koştum. Elimdeki solucan bir hayli büyüktü ve ben bu solucanı iğneye nasıl takacaktım.

Ben solucanı incelerken Balıkçı ağabeylerin beni göstererek güldüklerini gördüm ve onlara dilimi çıkarıp görürsünüz bak nasıl tutacağım diyerek nanik yapıverdim...

İyi de bu solucan parmaklarımın arasında bir türlü rahat durmuyordu neresinden tutsam kayıveriyordu.

Solucanın Kıvranışları arasında iğneyi neresine takacağımın mukayesesini yapıyordum… Kuyruğunamı yada başınamı  takmalıyım diye düşünürken iğneyi solucanın ortasına tutturuvermiştim ve parmaklarımda kıvranırken iğrenerek suyun içine fırlatıverdim...

Oltam parmağımın ucunda ve suyun içindeydi artık…

Büyük bir işi başarmış edayla İskelenin ucundaki balıkçılara baktım. Hiçbiri bana bakmıyordu, ama gözümü onların oltalarından alamıyordum. Onların ellerinde kocaman, kocaman oltaları vardı, bende ise parmağıma doladığım küçük bir olta.

Ve ben Minicik parmağımla onların kocaman oltalarına meydan okuyordum sanki…

Saatler saatleri kovaladı, fakat oltamın ucundaki solucana bir balık dahi yaklaşmıyordu… Ama olsun akşama kadar da olsa muhakkak bir balık avlayacaktım...

Ara sıra İskele Suya eğilip oltamın ucundaki iğnede solucanın keyifle dans ettiğini izliyordum… Balıkçı ağabeylerin söylediğine göre oltanın ucundaki solucan ne kadar çok kıvrak dans ederse denizdeki balıkların iştahı bir o kadar kabartır ve solucan hücum ederlermiş…

Ama nerdee, benim oltamın ucundaki solucanı bir minik balık dahi fark etmiyordu...

Solucanımın dans edişlerini izlerken balıkların ona hücum edeceğini düşlerken bir anda Kayalıkların arasında küçük bir yengeci fark ettim.

Yengeç kayaya tırmanmaya çalışıyordu ama her defasında suyun içine cumburlop diye düşüyordu… Sanki yengeç iskeleden suya çivileme atlayış yapmayı öğreniyordu..

Sonra kayalıkların arasından siyah büyük bir balığın çıktığını gördüm…

Bu güne kadar bu kadar büyük bir balık görmemiştim…

Ses çıkarmadan ayaklarımı sudan çektim ve onu izlemeye başladım…

O koca balık acaba oltamın ucunda dans eden solucanımı görürmüydü?

Suya eğildim o da ne solucanım dans ederken ya yorulmuştu ya da ölmüştü…

Onu uyandırmak için olta ipimi salladım ama solucan uyanmıyordu…

Ama ipi sallayınca kara balık yemimi görmüştü ve oltama doğru yaklaşıyordu…

Diğer balıkçılara bu sevinçli olayı paylaşmak için seslenmeyi düşündüm ama balık beni duyup kaçabilirdi…

O kaçmasa bile benim balığımı başkaları görmesin diye sevinç çığlığlıklarımı yutkundum ve beklemeye başladım... O büyük balık yaklaştı, yaklaştı ve oltamdaki uyuyan solucanımı bir anda yuttu ve elimdeki küçük oltayı bu sayede kendine doğru çekiyordu...

Balık bir hayli kuvvetliydi ve parmağıma doladığım misina sanki minik parmağımı boğazlıyordu…

Parmağım kıpkırmızı olmuştu ama ben oltamı bırakmıyordum…

Dayanamadım ve  İskelenin ucundaki balıkçı abilere seslenerek bir balık tuttum ama çok kuvvetli çekemiyorum diyerek bağırdım...

Balıkçılar gülümseyerek bir birlerine bakarak yanıma yaklaştılar ve oltamın ucundaki kara balığı görünce maşallah ne büyük balıkmış dediklerinde sevinçle ben tuttum, ben tuttum diyerek övünüyordum... Balıkçı ağabeylerden biri dur sana yardım edeyim diyerek suya indi. Ama oltamın ucundaki balık ondan kormuş gibiydi ve o yaklaştıkça ipi daha çok çekiyordu.

Sonra bana seslenerek ufaklık sakın oltanı çekme misinanı parmağından biraz sal çok çekersen misinan çok ince kopar ve balık kaçar dediğinde içimde bir kuşku düşüverdi, eyvah yoksa bu adam balığımı sudan çıkaracak sonrada balığımı bana vermeyecekti.

Bir anda  bırak alma balığımı o balık benim diyerek balıkçı abinin oltama yaklaşmasına fırsat vermeden oltamı hızla çekmeye başladım. Ve o kocaman kara balık oltamın ucunda bana doğru gelmeye başladı ben çektikçe geliyordu sonra bir anda fikir değiştirdi ve bir anda suyun içinde çırpınmaya başladı… Sanki bana kızmış ve denizi arkasına almış ve tüm dalgalarını kıyıya vurduracaktı…

Ve olan oldu Oltamın misinası o kara balığın ağırlığına dayanamadı ve koptu…

Sudan çıkmasına ramak kalmışken balık çırpınarak oltamı kopardı ve dalgalar arasında suyun içinde hızla kayboldu...

Kenarda beni izleyen balıkçı ağabeyler bakışlarıyla beni azarlayarak yanımdan uzaklaştılar.

Parmağımın ucunda sallanan boş misinaya baktım sonra denizi dalgalandırıp kaçan kara balığın minik parmağımda bıraktığı derin izlere.

Parmağımdaki izler akşama kalmadan geçmişti ama o kaçan balığın yüreğimde bıraktığı iz hala duruyor...

İnsanlar ellerine geçen büyük balığı sade benim olsun diyerek kaçırabiliyor.

Ya da sabırsız davranıp balığı yakaladığını düşünerek hızla kendine çekiyor ve ip kopuveriyor…

Nefsimizin tuzağına düşerek sadece benim nasibim diyerek paylaşabilme duygumuzu öteleyebiliyoruz… Nefsin ve benliğin insanı havalandırarak nasıl yoldan çıkarabildiğini kara balık sayesinde öğrenmiş ve asla hiçbir şeye benim demenin ne kadar yanlış olduğunu açıkça görmüştüm…

Kıyamete kadar Yerde, gökte, suda cereyan edecek bütün olayların özünde Kudreti sonsuz olan Rabbimin murâkabesi altında olduğunu küçük balık hikayesi dahi olsa bu hikmetin gizli olabileceğini fark etmiştim…

Şimdi bir düşünün? Acaba siz şimdiye kadar, sırf oltanıza takıldı diye benim diyerek hırsla çektiğiniz kaç balık kaçırdınız?

Biz en iyisi mi Ne varlığa sevinelim, ne yokluğa yerinelim. Tek bir gerçek var, bu dünyada da kulluğumuz mertebesinde imtihan olduğumuz.

 
Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...