Web Tasarım Ankara

'' Tiyatroyu çok severdim ama beni İstanbul'dan ayırması yok mu? ''

 

Doğduğum şehir olmasını bir kenara koyalım, İstanbul çocukluk yıllarımda yegane sevgilimdi ve ona deliler gibi aşıktım... Ondan ayrılmamın tek sebebi ailemin tiyatro için çıktığımız turnelerdi... Çok güzel şehirler görüyordum ama yine de o Fırından yeni çıkmış somun ekmeğinin kokusu kadar kanıma işlemişti... Şimdi tekrar o kokuyu hissetmeye çalışıyorum ama yok. Yani anlayacağınız onun kokusu hala içimde bir ukdedir...

Bizimkiler göçmen kuş misali tiyatro sezonu bitince kürkçü dükkanı'na yani İstanbul'a geri dönerdi... Turnelerin başlayacağı ekim ayına kadar İstanbul’da geçirilen o üç ay benim için vazgeçilmez bir maceraydı...

Bahar elveda dediği anda Tiyatro sezonu yaz ertesine kadar kapanırdı... Turnelerde biriktirebildiğim iz ölçüde bir miktar parayla İstanbul'da ayakta durmaya çalışsak ta o paranın yetmesi mümkün değildi... Tek çare Yaz turnesi için tiyatro çadırı oluşturulurdu... Biz buna kısaca panayır kumpanyası diyelim çünkü bu çadırın içinde sihirbaz, karagöz, kukla ve orta oyunu ekibi olurdu ha, saz ekibini unutmayalım...

Bu çadır İstanbul'un ve Trakya'nın sayfiye yerlerinde lunaparkların hemen yanına bir haftalık bir süreyle kurulurdu sonra gezmeye başlardı...

Kumburgazdan başlanır Silivri, Tekirdağ ve Edirne'ye kadar gösteriler yapılırdı...

Lunapark yöneticisinin kurdurduğu rakip çadır tiyatrolarında para için soyunan kadınların vücutlarından para kazanılmaya başlandığında bizim gibi kumpanyaların işi o vakit biterdi:) ve başka bir kasabaya kumpanya çadırımız taşınırdı...

Bütün planlar bozulur ve içinde en az 10 kişinin ekmek yediği çadır tiyatrosu bir sonra ki turnede ya dağılır ya da oradanda başka başka bir kasabaya gidilmek üzere yola çıkardı...

O dönemler Trakya bölgesinde Lunapark ve panayır yerlerinin tek sahibi kusura bakmayın lakabıyla söylüyorum Piç cemal... Neden öyle lakap takıldığını bilmiyordum ama çok yardımsever biriydi ve sanatçıları özellikle çok seven biriydi...

Rahmetli kaptan amca ne zaman maddi sıkıntıya düşmüş olsa hemen ona gider sıkıntısını anlatırdı ve cemal abi sahibi olduğu lunaparkların yamacına çadır kurmasına yardımcı olurdu...

Ama işin ticari kısmı ortaya çıkınca kumpanyamızın komşusu aç,açlar gelirdi onlara karşı uzun süre direnirdik ve pes edip hemen gitmezdik ama en nihayetinde kumpanya bu savaşta aç susuz kalırdı...

Kumpanyanın tiyatro kısmında rahmetli annemin rol aldığı oyunlar tuluat tarzı olsa da duygusal sahneleri çok olurdu... Onun sahnelerinde çok ağladığım için seyircinin arasında seyredemezdim...

Oyunları seyrettiğim en güzel yer tahta sahnenin altıydı ve çoğu zaman karnım aç olsa ellerim başımın altında toprağa uzanır annemlerin oyununu tahtaların arasından da olsa izlerdim...

Hiç unutmam, Bir keresinde annem oyunun perde arasında yanıma geldi ve sahnenin altında gazete kağıdına sarılı bir parça ekmeği çıkardı ve arasını ayırıp bir tutam tuz serpti ve hadi sarı oğlan oyun sonuna kadar bunu ye oyun bittikten sonra sana güzel bir yemek yaparım demişti... Annemin bahsettiği yemek o turne boyunca hiç olmamıştı...

Her gece oyuncular ve saz ekibi yevmiye için toplanırdı ama gişe her zaman ki gibi tam takır olduğu için alacak hanelerine bir yevmiye dahil edilirdi...

Direnirlerdi ama sonuçta bir yere kadardı...Kumpanyanın dağılacağının en büyük işareti saz ekibinin kumpanyayı terk etmesiydi... Alacakları için bekleseler de ilk onlar kumpanyayı terk ederlerdi... Sonuçta memleketlerine gittiklerinde kendi deyimleriyle düğünlerde iki tıngırtı yapıp bahşişle yollarını buluyorlardı...Ama tiyatro oyuncusu kumpanyayı en son terk ederdi, çünkü ayrılsalar da memleketlerine döndüklerinde iş bulamayacakları kesindi...Böyle durumlarda Kumpanyanın lideri kaptan amca hemen piç cemal abiye gider bir miktar borç alırdı ve bir başka yerde yine bir lunaparkın yanına giderdik...

İşte bu panayır yerlerinin en güzeli ve en bereketlisi Kumburgaz olurdu...

Çünkü İstanbul'un en güzide sayfiye yeriydi ve o zamanlar denizi mükemmel kumsalı altın sarısıydı...

İstanbul'da doğup büyüsem de yüzme bilmiyordum ve kumburgaz benim ilk yüzme öğrendiğim ve ne yazık ki ilk boğulma yaşadığım yerdi...

O dönemin Kumpanyanın en eğlenmesini bilen ekibi saz ekibindeki ağabeylerimdi... Onlar nereye giderse bende peşlerine takılırdım... Hemen her gün zamanları denizde geçerdi... Müzisyen abiler ve annemin gayretiyle yüzmeyi öğrenmiştim...

Kumburgaz'ın şu anki halini bilmiyorum ama benim çocukluğumda denize girdiğimiz an suyun içinde ne kadar yürü sekte sular hep hep sığ olmuştur...

Hele bazı yerlerinde çocuk halimle boy biraz geçer gibi olurdu ama sonra tekrar sığlaşırdı... Boyumun geçtiği yer çok kısa bir mesafeydi ama ben cesaret gösterip orada yüzmemiştim...

Sığlaşıp tekrar derinleşen yere buyere saz ekibindeki abiler ada diyordu...

Ha bu arada Saz ekibi diyorum ama o ekipteki abilerim meşhur müfik kiper orkestrası ve sonrada ''beyaz kelebekler'' adıyla o döenmin en şöhretli orkestra grublarını kurmuşlardı...

Orkestradaki abiler hadi adaya gidiyoruz dediklerinde çok heyecanlanmıştım...

Çünkü İlk defa o adaya gidecektim…

Onlar önde ben arkada denizin sığ olan yerini yürüyerek geçtik ve biraz derinleşince hepsi birer birer suya dalıp kulaç atmaya başlamışlardı ama ben korkumu yenemiyordum...

Basçı Rıfat abi eliyle hadi diye işaret edince suya dalıverdim...Suyun içindeyken ya yüzemezsem korkusu başlamıştı bile sonrasında suyun yüzüne çıkınca kulaç atmaya başlamıştım. O da ne ben korkumu yenmiştim ve baya baya yüzüyordum ve önümde yüzen abiler adaya çıkmışlar kendi aralarında şakalaşıyorlardı...

Önümdeki basçı Rıfat abi adaya çıktığında bana dönerek bak burası boy diyerek ayağımı yere basmam için güven veriyordu...

Adaya ayak basan ilk insan misali bir gurur abidesi olmuştum...

Adada nefeslenen abiler geri dönüyoruz dediğinde onlarla birlikte tekrar suya dalacaktım kio da ne aman Allah'ım...

Karşımda duran koskocaman bir Sahil ve sahildeki tüm insanlar bulunduğum yerden pirinç tanesi gibi gözüküyorlar...

Olamaz ben bu kadar yüzemezdim, kumsal çok uzaktı ve ben onca mesafeyi yüzerek nasıl geri dönecektim...

Yürüyerek gelinen sığ yerin ve sonra bir anda derinleşen yerin başlangıcı neresi olduğunu hesap edememiştim... Abiler yüzüyordu ve ben denizin ortasında kukumav kuşu gibi öylece kalakalmıştım...

Hava sıcaktı ama ben bir anda üşümeye başlamıştım...

Abilere arkalarından seslenip ben korkuyorum diyemezdim, o saatten sonra asla beni yanlarına almazlardı...İçimden bir ses onca yeri sen yardımsız geldin ve şimdi tekrar geri dönebilirsin diyordu... İçimdeki sesi dinledim dalıverdim suya ve bu sefer boğulacağım korkusu iyiden iyiye ruhumu ele geçirmişti... Sudan kafam çıktığında korkum haddini aştı ve korkum ayağıma krampı misafir edivermişti...

Eyvah boğuluyordum...

Su omuzlarımdan tutup dibe doğru çekiyordu ve ben imdat sesleri içinde cebelleşiyordum. Yüzmeye devam eden saz ekibindeki abiler imdat çığlıklarımı duymuyordu... Aklıma Rıfat abi gelmişti ona sesleniyordum ama Rıfat abi numara yaptığımı düşünerek yüzmesine devam ediyordu... Su bütün ağırlığını çöreklenmişti ve ben dibe dalıp çıkıyordum... Masmavi sular sanki bacaklarımdan tutup beni sürekli içine çekiyordu...

Şimdi bile hatırladıkça bile nutkum tutunuyor...

Suyun dibine ayağım değdiğinde yukarı doğru çırpınarak bakıyordum ve ağzımdan çıkan hava kabarcıkları yukarı doğru çıkıyordu ve hemen hepsi güneşin etkisiyle kocaman,kocaman balonlar gibiydi ve yukarı doğru uçuyordu...

Her yuttuğum tuzlu su boğazımı yakıyordu harbi harbi boğuluyordum ve suyun dibinde çığlıklarım gözyaşlarımı masmavi sulara karıştırıyordu...

O kısacık zaman diliminde her şey bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu ve en çokta annem için üzülüyordum...

Ayaklarımın suyun üstüne çıkaracak gücü kalmamıştı son çırpınışlarımı yaparken bir anda güçlü bir el ayaklarımdan tutup yukarı doğru çıkarıyordu...

kafam sudan çıktığında kocaman bir çığlık atmıştım... Sonra geriye döndüm ve Sarı gözlüğünün üzerinden bir boru olan bir balık adam beni kurtarmıştı ama tekrar dibe doğru gidiyordum ki denize düşen misali olanca kuvvetimle balık adama sarılıvermiştim...

Adam kollarımı çözdü ve beni iterek okkalı bir tokat atmıştı ve hemen ardından sinkaflı bir küfür edivermişti ...

Ben suyun içinde cebelleşirken balık adam benden uzaklaşmıştı ve bana sana yardım ederim ama asla ona sarılmamam gerektiğini söylerken bir anda suya dalıp kaybolmuştu..

Ben son dermanla ağabey nerdesin diye bağırırken dibe doğru iniyordum yuttuğum tuzlu suyun haddi hesabı yoktu...

Sarı gözlüklü balık adam suyun içinde sanki beni bekliyordu...

Dibe vardığımda bacaklarımdan tutup beni yukarı doğru hızla itiyordu...

Su bana göre derindi ama adama göre çok derin değildi..

Adam suyun tabanında yürüyerek ve benim bacaklarımdan tutarak her defasında havaya ve ileriye doğru fırlatıyordu...

Sudan her çıktığımda derin bir nefes alıyordum sonra tekrar dibe iniyordum...

Suyun dibine son indiğimde ayaklarım dibe değmişti ve su boyumu geçmiyordu kurtulmuştum ama ayaklarım beni taşımıyordu sanki, balık adam beni kucağına aldı kıyıya götürdüğünde etrafımdaki insanların vah vah diye seslendiklerini duyuyordum... Kumlara uzandığımda yakıcı Güneş sanki beni ısıtmıyor aksine serinletiyordu...

 

Balık adamdan tekrar bir tokat yediğimde ağzımdan kovalar dolusu tuzlu su kumsala dökülüyordu...

 

 

 
Yorumlar


Hiç Yorum Yapılmamış. İlk yorumu siz yapın...